BÜKREŞ YOLCULUĞU (3)

Tüm konukların toplandığı yer, 18. Yüzyıldan kalma otantik bir oteldi. Ana caddeden yüz yüz elli metre kadar bir uzaklıktaydı. Karşısında Fransız Başkonsolosluğu olan otel iki katlı, giriş katında resepsiyon, ikinci katta ranzalardan oluşmuş büyükçe bir yatakhane, sokağa açılan bir balkonu bulunan dört masalık bir kafeterya ve orta salona açılan tuvalet, banyo. Yatakhane yatılı okul günlerimi anımsatıyor. Yol arkadaşım Şükrü, dilini bildiği Simona’yla durumu kısaca değerlendiriyor. Giderken ona vermek istediğim bilet ücreti beş Euro’yu almayı reddediyor. Teşekkür edip vedalaşıyoruz.
Görevli bayan ve diğer iki Türk arkadaş program hakkında bilgiler verdikten sonra, boş ranzalardan birisinin bana ait olduğu söyleniyor, birkaç parça eşyadan oluşan sırt çantamı yatağın üzerine bırakıyorum. Simona geç olduğu için ertesi gün görüşmek üzere otelden ayrılıyor. Edirne’deki gençlere telefon ediyorum, hepsinin iyi olduğunu ve otogarda İzmir otobüsüne bindiklerini öğrenince biraz rahatlıyorum.
Önder ve Kaan iki üniversite öğrencisi. Tanışıyoruz. Bu ilk serüvenleri değilmiş. Daha önce de bir çok Avrupa Birliği projesine katılmışlar. Birinci gün, proje hakkında bilgilendirme toplantısı yapıldığını, Bükreş kent içi turu yapılarak, konuklara kent merkezinin tanıtıldığını anlatıyorlar bana. Sıkıntılı durum için onlar da üzülüyor.
Acıktığımı söyleyince, buraya geldiklerinde bir Türk dönerci gördüklerini, istersem orada karnımı doyurabileceğimi söylüyorlar. Bulunduğumuz yerden Plata Romana adlı ana caddeye kısa bir yürüyüşten sonra çıkıyoruz. Eski binaların çoğunlukta olduğu ana cadde oldukça geniş. İşyerleri kapanmışlar. Kaldırım kenarlarında ağaçlar sıralanmış. Oldukça yüksekler, belli ki Çavuşesku zamanından kalmışlar. Bir durak öncesine kadar yürüdük. Tabelada “Bursa Dönercisi, İskender Kebap” yazıyor. Demek ki buralarda oldukça Türk yaşıyor. Bizim buralardaki gibi küçük bir dükkan, içerde üç masa var. Birine çöküyoruz. Önder, “bizi götürdükleri lokantada tüm yemekleri domuz etli, ben sadece salatadan yedim. Yine acıktım.” Akşam yemeği için otelin yakınında bir restorana götürmüşler konukları. Kapıda Şükrü görünüyor, bir ara kendimi Türkiye’de sanıyorum. Kırk yıllık dost gibi sarılıyoruz birbirimize. Arkadaşları tanıtıyorum. O da seviniyor. Bir günde ikinci kez karşılaşmamıza.
Yemek sonrası Ana caddeyi boydan boya dolaşıyoruz. Caddede trafik yoğunluğu yok. Tek tük arabalar geçiyor. Dondurmacı, Kuruyemişçi, Çiçekçi önlerinde insanlar var. Dükkânlarını kapatan esnaflar, gecenin silüeti. Biraz da İstanbul Beyoğlu’nu andırıyor.
Otele döndüğümüzde gece yarısıydı. Tüm katılımcılar oteldeydi. Bazıları Balkonda, kafeteryada oturuyorlar, bir bölümü de ranzalarına uzanmıştı. Yirmiye yakın konukla kaynaşıyoruz. Bulgaristan’dan, Polonya’dan, Macaristan’dan, İspanya’dan, İtalya’dan ve Romanya’nın değişik kentlerinden hepsi de Roman, dünya insanı. Rengarenk. Bizim çocuklar olmadığı için eksikleniyorum, üzülüyorum. Evrensel dil kullanıyorlar, “Gipsy Festival”.
Yatakhanede kadın erkek ayrımı olmadan ranzalara yerleştirilmişti. Günün yorgunluğunu, zaman zaman uyansam da derin bir uykuyla bu değişik atmosfer içinde, baylı bayanlı bir yatılı okul koğuşu gibi yatakhanede geçirdim. Sabahı zor ettim. Aklım gençlerdeydi. Saat sekiz gibi, telefonla ekip başına ulaştım, evlerine sağ salim ulaştıklarını öğrendiğimde bir oh çektim.
Sabah dokuzda tüm grup orta boy bir minibüsle Bükreş Antropoloji Derneği’ne getirildik. Kafeteryasında klasik çaylı kahvaltı yapıldı. Meraklılarla fotoğraflar çekildi. Değişik ülkelerden gelenler birbirleriyle kaynaşmışlardı. Bulgaristan’dan gelen dörtlü ekiple iyi Türkçe konuştukları için aramızda bir sıcaklık oluşmuştu. Stefani ve Zümbül çifti bir aralar İstanbul Laleli’den giyim eşyası alarak, memleketlerinde bavul ticareti yapmışlar. Bükreş’e yanlarında iki dansçı kızla gelerek projeye katkı sundular. Bulgaristan’da Jivkov faşist yönetiminde Türk komşularıyla birlikte aynı sıkıntıları yaşadıklarını anlattılar. Sol ayağındaki aksamanın askerlik sırasında yaşadığı bir kaza yüzünden olduğunu söyleyen Stefani, çocukluğundan beri klarnet çalarak geçimini sağladığını anlattı. Kurdukları dans ekibiyle yerel televizyonlarda programlar yaptıklarını , şimdi durumlarının ekonomik yönden iyi olduklarını söyledi.. Türkiye’yi ve Türkleri çok sevdiğini anlattı.
Ekip olarak gelmeyi başarabilseydik, bu dans grubuyla güzel bir uyum sağlayacağımız kesindi.
Programın ikinci günü Çavuşesku’nun saray gezisi vardı. Kahvaltının ardından, yarım saat süren bir yolculuk sonunda Çavuşesku’nun Görkemli sarayına geldik. (Devam Edecek)




Yorumlar